Kültürel Mirasımızın Korunamaması: Mısır’ın Devlet Vandalizmi Üzerine Bir Tartışma
Bir devlet, kültürel miras sayılan bir tarihî eseri yok etme hakkına sahip midir? Bu soruya verilecek yanıt, devletin haklarını milletlerarası yükümlülükler ve etik değerlerle dengelemesini gerektiren bir tartışmayı zorunlu kılacaktır. Yakın zamanda Mısır'da yaşanan devlet vandalizmi, kültür varlıklarının milletlerarası korunması hususunda birçok soruyu gündeme getirmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Mısır eyâletinin valisi olan ve isyan ederek Kavalalılar Hânedanı'nı kuran Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın torunu Abdülhalim Paşa (1830-1894) tarafından annesi Nam Şah Kadın için Kahire'de yaptırılan Memlûk tarzındaki türbenin, otopark inşaâtı bahânesi ile yıkılması tam bir vandalizm ve bir anlamda kültürel jenosid örneğidir. Mısır yönetimi, Türk kültür mirası olan bu eseri "tarihi eser olarak görmediğini" ilân etmiştir. Tıpkı Balkan Savaşları sonrasında Balkanlar'da Türk eserlerinin tahrip edilmesi, imâr planları gerekçesiyle yıkılması gibi Mısır'ın bu tavrı da sadece kendi kültür mirasına karşı bir tahribât değildir: Türk kültürünün Mısır'daki izlerini silme yönünde bilinçli bir çabanın tezâhürüdür ve bir devlet vandalizmidir.
Muhtemelen yakın zamanda Mısır'da başka eserlerin de imâr ve inşa faaliyetleri bağlamında yıkıldığı haberlerini alacağız. Zira, Kahire'nin belirli bölgelerine ulaşım sağlanması amacıyla çok şeritli otoyollar inşa edilmesi kararlaştırılmış, buna göre imâr planı yapılmıştır. Bu planların tatbik edilebilmesi için, bölgedeki tarihî eserlerin yok edilmesi gerekecektir. Bu devlet vandalizmine karşı, Mısır'ın haysiyetli aydınları ve aktivistleri itirazlarını basında ve sosyal medyada dile getirmişlerdir. Ancak bu tepkiler, sürmekte olan tahribâtı engelleyememiştir.
Kültürel miras, toplumların kimliğini yansıtan bir değer olarak, sadece bulunduğu ülkenin değil, tüm insanlığın ortak geçmişini temsil etmektedir. Mısır'daki Türk kültürel mirası da, hem bizim hem de tüm Türk dünyasının ortak kültürel mirasıdır. Nam Şah Kadın Türbesi'nin yıkılmasıyla kaybedilen tarih, kültürel hafızanın silinmesine sebebiyet vermektedir. İşin acısı, bu yıkımlara basınımızda gerektiği şekilde yer verilmemiş, bu nedenle konuya dair bir kamuoyu da oluşamamıştır.
Mısır'daki Türk kültür mirasına yönelik vandalizm, daha geniş kapsamda kültürel mirasın korunması ve devletlerin bu miras üzerindeki haklarına dair etik ve felsefî sorular ortaya koymaktadır. Devletlerin kültürel miras olarak kabul edilen yapı ve alanlar üzerinde yıkım hakkına sahip olup olmadığı, yalnızca hukukî değil, aynı zamanda ahlâkî bir meseledir. Bir devlete, sınırları içinde yer alan bir kültürel yapıyı yok etme hakkını kim, hangi gerekçelerle verebilir? Bu soru, tarih, kültür, kimlik, hatta insanlık hâfızası üzerine tefekkürü gerektirir.
Kültürel miras, bir milletin kolektif hâfızasını oluşturan unsurlar arasında yer alır. Yüzyıllar boyu, farklı kültürler birbirleriyle etkileşime girerek bugünkü toplumsal dokuları oluşturmuş ve bu süreç, kültürel mirasın bir ülkeye ait olmanın ötesinde insanlığın ortak bir mirası olduğu düşüncesini güçlendirmiştir. Örneğin Mısır'da yaşanan yıkımlar, Türk egemenliği döneminden kalma yapılar olmasına rağmen, aynı zamanda Mısır'ın kendi tarihine de tanıklık eden bir dönemin göstergesi olduğu gibi, Mısır tarihinin de bir parçasını teşkil etmektedir. Bu bağlamda, hem Türk tarihine, hem Mısır tarihine ait olduğu gibi aynı zamanda evrensel bir insanlık tarihine ait bu yapıların yok edilmesi, geçmişin izlerinin birer birer silinmesi anlamına geliyor. Peki, bir devlet, bu tür yapıların yıkımını nasıl meşrulaştırabilir? Veya böyle bir meşruluk mümkün olabilir mi?
Bir devlete kültürel mirası yok etme hakkı tanımak, yalnızca sınırlar içindeki varlıkların sahipliğine dayalı bir düşünceyle ele alınamaz. Devletler, mirası koruma veya yok etme hakkına sahip olduklarını iddia ettiklerinde, aslında yalnızca bugünkü çıkarlarını gözeten bir anlayışı savunmuş olurlar. Ancak kültürel miras, gelecek nesiller için de korunması gereken bir emanettir. John Stuart Mill'in meşhûr "zarar ilkesi" kavramı bize felsefî bir çerçeve sunabilir: Mill, bireyin özgürlüğünün başkalarına zarar verene kadar süreceğini savunur. Peki, bir devlet kendi çıkarları doğrultusunda kültürel mirası yok ettiğinde, aslında gelecek nesillerin ve hatta diğer toplumlarının haklarını da ihlal etmiyor mu?
Devletlerin bu mirasa müdahalesinde ortaya çıkan bir diğer felsefî sorun, sorumluluk ve sahiplik kavramları arasında kalmalarıdır. Devletler, tarihi eserleri kendi mülkiyetinde kabul etmekle birlikte, bu varlıkları yalnızca kendileri için değil, tüm insanlık adına korumakla yükümlüdür. Millî kültürel mirasın aynı zamanda evrensel bir değer olduğu düşüncesi, UNESCO'nun dünya mirası anlayışına da yansımıştır. Bu yüzden, bu alanlara yönelik müdahaleler yalnızca yerel ya da millî değil, evrensel bir yükümlülüğün ihlâli olarak da görülmektedir. Bir toplumun geçmişe bağlılığı, onun kendi varlığını anlama biçimini şekillendirir. Şâyet bir toplum kendi mazisini oluşturan anıtları yok ediyorsa, bu onun kendi varoluşunu inkâr ettiğinin de bir işareti olabilir mi?
Bu yıkımların arkasındaki gerekçelerden biri, hiç şüphesiz devletlerin ihtiyaçlarına göre alan yaratma, şehirleri genişletme ve altyapıyı geliştirme çabasıdır, modern hayatın bir zarureti olarak sunulan imâr ve inşa faaliyetleridir. Ancak, modernleşme hedefiyle tarihsel yapıları yok etmek şeklindeki vandalizm eylemleri, bir anlamda "ilerleme" kavramının sınırlarını da tartışmaya açmaktadır. Zira ilerleme, geçmişin silinmesi veya yeniden inşası pahasına olmamalıdır, bilakis geçmişle ilişki içinde olmalıdır. Sağlıklı bir ilerleme, geçmişi yok sayarak, inkâr ederek değil, geçmişin değerlerini anımsayarak ve tarihten gelen kültürel mirası anlamlandırarak sağlanabilir.
Öte yandan, kültürel mirasın korunması gerektiği yönündeki görüşlerin karşısında, devletlerin egemenlik haklarını savunanlar bulunur. Bunlar genellikle bazı merkezi hükümetlerin sözcüleri ve kalkınma odaklı yatırımcıların desteklediği bir kısım yazarlardır. Bu gruplar, bir devletin kendi sınırları içindeki varlıklar üzerinde mutlak karar hakkına sahip olduğunu savunurlar. Bu anlayışa misal olarak iki örnek verebiliriz: Çin Halk Cumhuriyeti, Tibet'teki bir kısım Budist manastırları ve kültürel yapıları modernleştirme ve altyapı çalışmaları adı altında yıkarak, bu alanlarda egemenlik haklarını tatbik etmiştir. Benzer şekilde, Suudi Arabistan Krallığı da Mekke'de Kâbe çevresindeki birçok tarihî İslâm mirası yapıyı yıkıp, yerine modern oteller ve alışveriş merkezleri inşa etmiştir. Bu tür fiillerle devlet, egemenlik hakları kapsamında kendi gelişim hedeflerini öne çıkarırken, tarihî yapıları korunması gereken kültürel varlıklar olarak değil, iktisâdî kalkınma ve turizm için yeniden değerlendirilebilecek kaynaklar olarak telâkki etmiştir.
Bu anlayışa göre, bir devlet kendi toprakları üzerindeki yapılarla ilgili nihaî kararı verme hakkına sahiptir. Ancak, bu egemenlik hakkı, devletlerin kendi güncel çıkarları uğruna geçmişin hâfızasını silmelerini gerçekten haklı çıkarır mı? Toplumlar, kültürel miraslarını bir araç olarak kullanabilir, koruma görevlerini savsaklayabilir ya da ekonomik çıkarlar doğrultusunda yok edebilir mi? Bu tür sorular, devletin kültürel miras karşısında yalnızca bir "hak" sahibi değil, bir "yükümlülük" sahibi olarak değerlendirilmesi zarûretine işaret eder.
Devletlerin kültürel mirasa yönelik müdahalelerinde, "Kime ait?" sorusu kadar bu yapıların ne için var olduğu sorusunun da düşünülmesi gerekir. Kültürel miras yalnızca bir milletin değil, insanlığın ortak bir değeri olduğundan, bu mirasın yok edilmesi modern toplumun tarih karşısında yalnızca kendi ihtiyaçlarını gözetmesi anlamına gelir.
Kültürel miras, bir milletin kimliğini oluşturan yapı taşlarından olduğu kadar, insanlığın ortak belleğine ait bir değerdir. Bu nedenle, geçmişin izlerini silmek veya modern ihtiyaçlar adına tarihî yapıları yok etmek, yalnızca o topluma değil, tüm insanlık hâfızasına yönelik bir saldırıdır. Bu bağlamda, kültürel mirası bilinçli bir şekilde yok etme eylemi, kültürel jenosid olup, bir milletin veya topluluğun tarihini, belleğini ve kimliğini ortadan kaldırmayı hedefleyen tüm fiilleri içerir. Balkan Savaşları sonrası dönemde Balkan memleketlerinde imâr gerekçeleriyle Türk eserlerinin yok edilmesi ile tatbik edilen kültürel kırım, bugün Mısır'daki vandalizm emsalinde devam etmektedir.
Bir devletin egemeliğindeki coğrafyadaki kültürel miras üzerindeki hakları ile milletlerarası yükümlülükleri bir arada varolmak durumundadır.
Kültürel mirasın yok edilmesi, yalnızca geçmişe değil, geleceğe yönelik bir kayıptır ve bu kayıp, insanlık hâfızasında onarılamaz boşluklar bırakmaktadır.
Bizim millî kültürel mirasımız sadece kendi sınırlarımızın içindeki kültür varlıklarını kapsamamaktadır. Devletimizin sadece kendi memleketimizdeki kültür varlıklarının korunması noktasında değil, sınırlarımız dışında bulunan tüm Türk kültür varlıklarının korunması bağlamında, köklü bir tarihten kaynaklı sorumluluğu ve vazifesi mevcuttur. Bugün Mısır'da yaşanan devlet vandalizmi, yarın Türk kültür varlıklarının bulunduğu başka bir memlekette de yaşanabilir. Kültürel kırım uygulamaları, somut olan kültür varlıklarına yönelebileceği gibi, somut olmayan kültürel mirasa da yönelebilir, ki bunun örneklerini Kırım Tatarlarına ve Uygur Türklerine yapılan insanlık dışı uygulamalarda da görüyoruz. Bu gibi durumlarda gereken tepkinin gösterilmesi, bunun süreklilik arz eden bir kültür politikası olarak da tatbik edilmesi gerekir. Keza bu konularda gerek ülkemizde gerekse Türk dünyasında bir bilinç oluşabilmesi için Türk devletleri ile ortak çalışmalar yapılması, gelecekte de gerek somut ve gerekse somut olmayan her türlü Türk kültür varlıklarına karşı yapılacak vandalizm ve kültürel kırım teşebbüslerine karşı ortak tepkilerin en hızlı şekilde ortaya konulması son derece önemlidir. Bu bağlamda Nam Şah Kadın Türbesi'ne karşı yapılan devlet vandalizmi, eğer kültürel mirasımızın korunması noktasında gerek ülkemizde gerekse Türk dünyasında bir bilinç ve farkındalık uyandırabilirse, en azından istikbâlde yaşanabilecek bu tür kültürel kırımların önlenebilmesine vesile olabileceğini ümit edebiliriz.
Yazar'a ait Diğer Yazılar
Dr. Tolga Ersoy
1980 yılında İstanbul'un Şişli ilçesinde doğdu. İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün Kültürel İncelemeler yüksek lisans programını 2009 yılında "Prokopios'un Yapıtlarında Perslerin Temsili" başlıklı tezi ile tamamladı. Robert Drews'un "Tunç Çağı'nın Sonu: Askeri Değişim ve Antik Akdeniz'de Çöküş" adlı yapıtını Gürkan Ergin ile birlikte çevirdi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün Ortaçağ Tarihi doktora programını "Antikçağ ve Ortaçağ Filolojik Kaynaklarında Avrupa Hunlarının Temsili" başlıklı tezi ile tamamladı. Akademik çalışmalarını sürdürmekte ve serbest avukatlık yapmaktadır.