Düşünce

Yeni Bir Teklif ve Hân-ı Yağma

   Sadık Şanlı       Eylül 2024

Yeni Bir Teklif ve Hân-ı Yağma

 

 

 

Merhum Engin Ardıç, "Türkiye'de halk kapitalizmi çok sevdi" diye diye öldü. Ardıç'ın değişmez gündemiydi; bulduğu her fırsatta, en büyük eleştiri odağı saydığı Kemalistler, sosyal demokratlar ve sosyal demokrasimize etmedik laf bırakmadı, bol soslu kapitalizm güzellemelerinde bulundu. "Değerli arkadaşlar, sosyal demokrasi, durmuş oturmuş bir toplumda, sınıf atlama imkânlarının ya hiç kalmadığı ya da çok daraldığı dönemlerde ancak gündeme gelebilir. Bir toplumda ‘dikey hareketlilik' (upwards mobility) bu kadar canlı ve heyecanlıysa, sola kimse tükürmez. Köylü, sınıf değiştirebildiği sürece sol hayaldir. Değiştiremeyen bile, yeni oluşan nihayet şimdi şimdi oluşabilen burjuvaziyi destekliyor, çünkü onun geliştikçe kendi ilini ve kendi hemşehrisini geliştirebileceğini de biliyor. Somut örnekleri ortadadır. Halkın mücadelesi sermayeye karşı değil, bürokrasiye karşıdır ve hep de öyle olmuştur." demişti bir yazısında. Zira, halkın ekserisinin CHP ve temsil ettiği bürokrasiye karşı olan, ‘alafranga olmayan' partiyi ve ‘yerel kapitalizmi' sevdiğini ölesiye savundu.

 

Ardıç'ın, muhaliflerini çıldırtan üslubunu ve ifadelerini bir yana bırakırsak, Tanzimat'tan bu yana Türkiye'nin serencamını az-çok bilenler açısından çok da haksız sayılamayacak düşünceleri dillendiriyordu. Yine bu sitede yayımlanan "Yerleşik hayata geçebilecek miyiz?" başlıklı yazımda uzun uzadıya değerlendirme konusu edinmiştim. Kurtuluş Savaşı'ndan sıfır sermaye birikimiyle çıkan toplumumuz, en büyük gereksinimi olan sermayeye ulaşabilmek için, en büyük patron bildiği devlete muhtaçtı. Ne umuyorsa ‘devlet baba'dan umuyordu. Başka seçeneği yoktu zira.

 

Dolayısıyla, CHP yönetimi döneminde devlet eliyle sermaye birikimine ulaştırılmış, meşhur 14 bin aile ve memur/bürokrat kesimi dışında devlet imkânlarından nasiplenemeyen geniş toplumsal kesimler, öncelikle kendisine karşı cimri ve eli sopalı CHP'yi iktidar yapmamak için, sonra da ihtiyaçları olan sermayeye kendilerini ulaştırabilecek iktidar kanallarını açmak üzere sandığa gittiler. Kısa Türkiye siyasi tarihinin en büyük özeti budur.

 

CHP'nin kendi eliyle özenle yarattığı İstanbul sermayesinin, arkasındaki en büyük itici motor olduğu darbelerin ve muhtıraların ardından gidilen her seçimde, asker eliyle yapılan ‘demokrasiye balans ayarlarına' karşı halkın sandıkları patlatırcasına ‘sandık ayarlarıyla' verdiği cevapları hatırlamak yeterli. Özetle, Türkiye'deki en temel çatışma alanı milli hasılanın yüzde 80'ini paylaşan azınlığın bölüşmeme arzusuyla, yüzde 20'sini paylaşmak zorunda olan çoğunluğun kaderine razı olmayıp, daha adil bir bölüşümü talep etmesiydi. Sağlıklı olan da buydu zira. Sermaye tabana doğru ne kadar adil yayılırsa, sağlıklı bir toplumsal yapı o düzeyde inşa edilir. Bölüşümde asgari adaleti tesis edememiş toplumlar sağlıklı, ahlaklı, adil ve erdemli bir toplum yapısı ortaya çıkartamazlar.

 

İşin bu faslı çok önemli. Zira modern Türkiye'nin, öncülleri olan Osmanlı ve Selçuklu İmparatorlukları gibi bir medeniyet vizyonu ortaya koyamaması, toplumuna ve dünyaya ‘özgün bir telifte bulunamaması', özgün bir mimari inşa edememesi, müzik, şiir gibi alanlarda dahi geçmişi aşamaması aslında tam da gelir dağılımındaki sınıflar arası uçurumla ilintili bir durum.

 

Bu yalnızca bizde böyle değil. Batı merkezli ortaya çıkmış, yaygın kabullere dönüşmüş ideolojilere bakalım örneğin... Liberalizm, sosyalizm, komünizm ve muadilleri... Her birisi de ilk ortaya çıktıkları toplumlarda yaşanan çatışmalı tarihten tevarüs edilen birikim sonucu ortaya çıkan birer toplumsal teklif. Sınıfsızlığı savunan ya da sınıflar arası uçurumu olabildiğine ortadan kaldırarak, toplum lehine adil bir bölüşümü ve yönetimi esas alan düşünüş ve yönetim biçimleri. Özetle, öncelikle kendi toplumlarına sonra da tüm insanlığa yapılmış yeni ve özgün birer teklif...

 

Bizdeki modern teklif olan Kemalizm ise tıpkı her biri farklı bir ülkeden kopyala yapıştır olan kanunlarımız gibi, toplumsal yapımıza olabildiğine aykırı, kafası karışık bir yamalı bohça ideolojisi örneği. Teklifi; tarihsel birikimimizle doğal olarak ortaya çıkmış, bizi biz kılmaya devam edecek bir ideoloji değil. Çözüm ve gelişme önerileri, bizde hiç olmayan, Batı toplumlarının tarihsel çatışma örneklerinin doğal sonucu olarak gelişmiş öneriler. Yani dikilen elbise bedenimize uygun değil. Üstelik jakoben ve kendi tarihine ve halkına olabildiğine sırtı dönük, halkını aydınlatılması icap eden cahil nadan sürüsü olarak gören elitist bir zümre ideolojisi.

 

Evet, Kemalizm bir zümre/sınıf ideolojisiydi. Kendisine inanan, salt kendisiyle aydınlanmaya iman etmiş bir zümreye fırsatlar ve imkânlar sunan, geniş halk kesimlerine kapalı ve dar bir ideolojiydi. Bu nedenle kötü bir deneyimdi ve tutmadı. Peki, modern Türkiye'nin öncülleri olan Osmanlı ve Selçuklu bu noktada neyi başarmış, özgün olarak neyi ortaya koymuştu da nispeten daha sınıfsız bir toplum yapısı ve çok milletli, dilli ve kültürlü imparatorluk kurmalarına yol açacak teklifler getirebilmişlerdi? Daha sarih bir soru sormamız gerekirse; genel kabul gören ideolojileri neydi?

 

Cevap, benim perspektifimden Türklerin bin yıllardır süre gelen "hân-ı yağma" sistemlerinde saklı. Türklerin "ilkel sınıfsız toplum" yapısı inşa edebilmelerinin altında "hân-ı yağma" sistemi olarak bilinen düşünüş, kavrayış ve yönetim biçimleri yer alıyor.

 

Hân-ı yağma, özünde ihtiyaç sahibi halkın ihtiyaçlarının giderilmesi ve hazinede biriktirilen mülkün yeniden paylaşılabilmesi için yılda iki kez halk için düzenlenen ziyafetler sonrası, mülkün halkça paylaşımı adına han'ın çadırının yağmaya açılması. ‘Potlaç' ve Ziya Gökalp'in nakliyle ‘hoy' da denilen bu ritüel; Selçuklular, Zengiler (Suriye Atabegleri) ve Osmanlı döneminde özenle devam ettirilmiş bir gelenek. Osmanlı'da ‘Çanak Yağması' olarak da kayıtlara geçmiş bu ritüelin izleri savaş ganimetlerinin paylaşımı ve cülus törenleriyle son derece ilintili.

 

Sanayi devriminin henüz gerçekleşmediği uzun asırlarda ekonomisi tarım, hayvancılık ve ticarete dayalı toplumsal yapılarda, güldürmese de aynı zamanda öldürmeyecek bir memnuniyeti oluşturmaya kâfi bir paylaşım sistemi kurulabilmiş özetle. Türklerin ganimet ve vergi almalarını sağlayan askeri ekonomi modelleri de gözden kaçırılmazsa, üç aşağı beş yukarı adil bir bölüşümle nispi bir refahı sağlayabildikleri çağlar yaşanmış. Sermaye birikimine çok da ihtiyaç duymayan ilkel toplum yapıları için son derece adil bir modelden söz edebiliriz. Bir zümrenin değil, umumun çıkarına olan bir sistemimiz varmış özetle.

 

Kurtuluş Savaşı sonrası ise bambaşka bir gerçeklikle yüzleştik. Sanayi Devrimi'ni ıskalamış, sermaye birikimini Türk ve Müslüman unsurlara değil, gayrimüslim azınlıklara yaptırmış Osmanlı'nın tasfiyesi sonrası, amiyane tabirle ‘dımdızlak', sermaye birikiminden yoksun bir toplumsal yapıyla yeni bir devlet kurduk. Tarihten beslenen toplumsal yapının hafızası ise hân-ı yağma sisteminde olduğu gibi, tabana doğru adil sayılabilecek bir dağılım beklentisiydi.

 

Neredeyse 80 yıl boyunca bu gerçekleşmedi. Devletin yeni ideolojisinin altın çocuğu bir zümre dışında, devlet ile toplum arasındaki makas olabildiğine açıktı. Halk bu noktada, serbest piyasa ekonomisini savunan, yerel kapitalist model teklifiyle gelen iktidar inşalarına yöneldi. İktidar inşaları birkaç kez sivil bürokrasi/İstanbul sermayesi taleplerinin sonucu olan darbe ve muhtıralarla inkıtaa uğratılsa da kaynakların seçili bir zümreye akıtıldığı ideolojik tasarım, geniş halk kesimlerinin direnci ve ısrarlı talepleriyle alt-üst edildi.

 

Ardıç haklıydı. "Köylü, sınıf değiştirebildiği sürece sol hayaldi." Halk, Türkiye'de değişim rüyasını hep sağ siyaset üstünden denedi. Ancak geldiğimiz noktada, tarihsel olarak yerleşik bir Türk köylüsüne çok sahip olmayan Anadolu'da, kırsalı neredeyse boşalmış ve tamamen şehirlileşmiş bir Türkiye sosyolojisiyle karşı karşıyayız.

 

Tarihsel olarak Hân-ı yağma sistemi gibi nispeten adil bölüşüme imkân tanıyan bir ideolojimiz, anayasamız, devlet ve yönetim anlayışımız halen olmadığı için Kemalist zümre karşısında, kurulu düzenle son derece uzlaşı içerisinde sağ bir zümrenin itinayla palazlandırıldığı başka bir zümre ideolojisiyle karşı karşıyayız. Han'ın, Sultan'ın yönettiği devletteki hân-ı yağma sisteminin, zümre yağmacılığına dönüştüğü bir durum yaşıyoruz. Tecrübe ettiğimiz ve Ardıç'ın da "yerel kapitalizm" olarak isimlendirdiği olgu bundan ötesi değil.

 

Sadede gelirsek; kapitalizmin evrenselinden de yerelinden de adil bir bölüşüm ve toplum yapıları ortaya çıkmayacağı yaşadıklarımızla ortada. Zira evrenselinde sınırsız sermaye birikimi ve katı rekabet kuralları, yerelinde ise zümreye iltisak / siyasi angajman esas. Bizde de palazlanan; sınırsız sermaye birikimi, daha iştahlı güç ve iktidar biriktirme şehvetiyle dönüşüme uğradığı için, günün sonunda ne sınıfsız bir toplumu ne de daha paylaşımcı, adil, ahlaklı ve erdemli bir toplum yapısını inşa edemiyoruz.

 

Bu böyle gitmez elbette. Üstelik yıllar öncesinden kapitalizmin yaşadığı tıkanmaları gözler önüne seren, ölmeyecek bile olsa 2030'larda kapitalizmin tamamen çökeceğini dile getiren Immanuel Wallerstein, Craig Calhoun, Michael Mann, Randall Collins, Georgi Derluguian gibi uluslararası sistem konusunda uzman isimleri ve artık sıkça telaffuz edilen 3. Dünya Savaşı'nın kapıda olduğunu düşünürsek, küresel ölçekte çöken ve bize de çok bir faydası dokunmayan kapitalizmle devam edebilmemiz gerçekçi görünmüyor.

 

Bu noktada kendi toplumumuza ve "Dünya 5'ten büyüktür" diye seslendiğimiz insanlığa daha adil yeni bir teklifte bulunmamız, tarih sahnesine yeniden çıkmamız için büyük bir fırsat olarak önümüzde duruyor.  Kaşgarlı Mahmut, hân-ı yağma için "Hanların düğünlerinde veya bayramlarda yağma edilmek üzere hazırlanan sofra." tanımlamasında bulunuyor. Kapitalizmi vahşet düzeyinde tecrübe eden insanlığın, hân-ı yağma düzeniyle kurulacak yeni bir sofrada, daha adil bir yere ihtiyacı var.

 

Yeni dünyayı yeni bir teklifle ve daha adil bir sofraya buyur edecek devletlerin ve toplumların kurması kaçınılmaz görünüyor.Tarihe biraz daha kulak vermemiz yeni bir inşa için hepimize gerekli. 

 

Yazar'a ait Diğer Yazılar

Sadık Şanlı

Yeditepe Üniversitesi Tarih bölümünde lisansını, aynı üniversitesinin Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik bölümünde "Uluslararası Medya, Kültür ve Eğlence Yönetimi" alanında yüksek lisansını tamamladı. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde sinema alanında çeşitli doktora dersleri aldı. Hayal Perdesi Sinema Dergisi'nde çeşitli dizi değerlendirmeleri yer aldı, Nihayet dergiye ise her ay dizi değerlendirmeleri yazmayı sürdürüyor.