Ölüler Yasımızı Tutacak
... Biz ölü toplayıcıların. Ne mi yaparız? Adı üstünde ölü toplarız. Ama ne bir cenaze levazımatçısı ne bir mezarlık görevlisi kadar kıymetimiz vardır. Bilmem kaç yıldır devam eden salgın nedeniyle hastaneler, cenaze işleri yetişemediği için sokağa bırakılan ölüleri toplar; şehrin dışında, üstünde kargaların dört döndüğü, martıların pike yaptığı büyük çukurlara bırakırız. Sonra kamyonlar gelip çukurlara kireç döker, buldozerler toprak atar.
Devlet bu işi birtakım şirketlere havale etmişti. Önce evlerden alıyorduk cesetleri. İnsanlar eldivenlerini takmış, maskelerine bürünmüş halde dehşetle bekleşirdi bizi. Ama salgının arttığı dönemlerde yetişemez olduk. Herkes telaşlandı. Sonra bir gece ülkenin hemen her yerinde sokaklara bırakılır oldu ölüler. Önce çöp kutularının yanına, ölüler artınca da içine. Salgın zaman zaman o kadar şiddetleniyordu ki ne bunu önleyebiliyor ne de bunu kimlerin yaptığını belirleyebiliyorduk. Belirlesek ne olacaktı? İnsanlar hastalıklı cesetlerle evlerinde duracaklarına ceza ödemeye razıydı. Bir iki ceza kesilir gibi oldu, sonra o da bitti. İnsanlar ölülerden korktukları kadar onları kanıksamıştı.
İşten dönmüş, yorgun argın önümdeki sarımsı, sıcak rakıyı içerken etrafımdakilerin, en azından rakımı getiren şu topal adamın, aptal aptal karıncalanmış televizyona bakan sarhoşun benden pek hazzetmediğini bilirdim. Bilmem kaç yüzyıl önce kimsenin cellatlardan hoşlanmadığı gibi. Sağır ve dilsizlerden seçerlermiş onları. Bir mezar taşları bile olmazmış. Önemli mi? Bu işi yapabilmemizin nedeni ise hastalanmamamız. Kanımızdaki bir maddeden dolayıymış. Belki de bu yüzden sevmiyorlar bizi.
Hayatın cilvesi. Ben hastalanmıyordum ama anacığım yıllardır hastaydı. Görevim gereği hastaneler felç olmadan önce yolunu bulup alabiliyordum ilaçları. Sonra ilaçlar karaborsaya düştü. Yurt dışından kaçak yollarla geldi. Günden güne fiyatlar yükseldi. Olsun dedim. Beterin beteri var. Buna da şükür. Hiç değilse çalışıyor, rahatça sokağa çıkabiliyor, forsumu kullanarak kuytu sokaklarda, karanlık depolarda ilaçları bulabiliyordum.
Rakımı içerken bir süredir benimle çalışan adam da karşımda otururdu. Onun için ne topladığımızın önemi yoktu. Çok eskiden çöpçülük yapmış. Ama bir ölüyle çöpün arasındaki farkı bal gibi bilirdi.
Geçenlerde genç bir kızın bedenini taşıyorduk çukura. Birden bire "Ne güzel kızmış," dedi; bir süre bekledikten sonra da ekledi: "Kader işte." Sessizdim. Suskunluğumu belki de onaylama sayıp konuşmaya devam etti: "Bir baksak mı?"
Kızı çukura taşırken ısrarla bacaklarını tutmak istemişti. Sesimi çıkarmamıştım. Birden kızın bacaklarını mıncıklamaya başladı. Donup kalmıştım. "Kim fark edecek, zaten ölü," deyince kız elimden düştü: Küt! Buna aldırmadı. Kızın bacaklarını ve göğüslerini mekanik bir sıkıcılıkla okşamaya başladı. "Yeter," diye bağırdım. Bağırmış mıydım? Belki de sesim karga gaklamaları ve martı çığlıkları arasında kaybolmuştu.
Beni umursamıyordu. Orada değilmişim gibi. Belki de seyrettiğim için daha da heyecanlanmıştı. Kızın iç çamaşırını çıkaracağı sırada bir çığlık koptu! Ölü diye yüklendiğimiz kız yarı doğrulmuş halde arkadaşımın bileğini sıkı sıkıya tutmuş, çığlık atıyordu. Kızın çığlığı üzerine ben de bağırmaya başladım. Kız tırnaklarıyla onun bileğini kanatırken arkadaşımın eli beline gitti, havalı tabancayı çıkarıp kızın kafasına dayadı, tetiğe bastı. Tok! Kız şimdi gerçekten ölmüştü.
Mezbahalarda inekleri öldüren havalı tabancaları kullanıyorduk. Benim açımdan yeni bir şey değildi bu. Kimi kez insanlar öldüğünü sandıkları kimseleri atardı; bunlar çukurda uyanırsa onları öldürmeye yetkimiz vardı. Ne de olsa salgın halindeydik; risk almaya gerek yoktu, yetki bizdeydi, bunu nasıl kullanacağımız bize kalmıştı.
Kız gerçekten hasta mıydı yoksa birileri ondan kurtulmaya mı çalışmıştı? Bu tür sorular bizi ilgilendirmiyordu. Çünkü durum vahimdi; kim hasta kim değil, kim haklı kim değil gibi soruları soracak halde değildik. Herkes cesetleri -veya gövdeleri- bırakıp kaçıyordu. Önceleri kefene sarıyorlardı. Sonra yetişemeyince çarşaflarla, battaniyelerle, masa örtüleriyle, eskimiş perdelerle örttüler. O da bitince başlarına yastık kılıfları, patates soğan çuvalları, market poşetleri geçirdiler. Sonra hiç. Ama kimse de boğazı kesilmiş, göğsü kurşunlanmış ölüler bırakmıyordu. Henüz.
Benim de ölülerle ilgim vardı. Ama onunki gibi değil. Tek yaptığım ölülerin bazı eşyalarını almaktı. Altın bileziklerle, inci kolyelerle, elmas yüzüklerle sokağa bırakılmıyorlardı şüphesiz. Ama kimi zaman bir takı dikkatimi çekerdi. Çukura bırakmadan önce bunları alırdım. Kim için? Elbette anacığım için. Ölmesin diye ilaçları peşinde koştuğum anacığımı mutlu etmek için aldıklarımı ona hediye ederdim.
Anacığım kirli yatağında taşları kopmuş yüzükleri, kararmış gümüş kolyeleri, rengi uçmuş tokalarıyla kraliçe gibi yatardı. Ağzından yeşilimsi bir sıvı aka aka getirdiğim hediyelere bakardı. Ne zaman bir yüzük veya toka getirsem "Buyurun sultanım," der ama göz göze gelmek istemez, çekinirdim.
Bunda her gece eve sarhoş gelmemin de payı vardı. O kadar ölü taşıdıktan sonra kim olduğumu bilen, bana kimi kez tiksintiyle kimi kez de korkuyla bakan müşterilerin demlendiği bir meyhaneye girip kafayı bulana kadar içerdim.
Sonra eve yollanırdım. Bizim apartmanın çaprazında da iki çöp kutusu vardı. Ölüler her yerde olduğu gibi burada da zamanla çoğalıp azalırdı. Ama bizim mahalle görev alanım değildi. Şirket beni başka bir ilçeye göndermişti. İlçemiz de çukurumuz da ayrıydı. İşe gidip gelirken alışkanlıkla o yana bakardım. Tek tük cesetler varsa bugün işler kesat diye söylenirdim. Daireme çıkmadan önce de alt katta yaşayan, kocasını birkaç ay önce çukura göndermiş kadına uğrardım.
O sabah daha tulumumu giymeden, maskemi takmadan yatağımda oturmuş, gri gökyüzüne bakarken kapıya dayanmıştı kadın. Kocasının öldüğünü söyleyince aşağıya inmiştim. Adam yatağında evliliğinden kurtulmuş gibi gülümseyerek yatıyordu. Şaşırtıcı değildi. Kimi geceler bağırış çağırışlarını dinlerdik.
"Çok zayıftı çok," demişti kadın. Ellerini yumruk yapmış, bana bakıyordu. Gerçekten de ufarak bir adamdı. Hop diye kucaklayıvermiştim. "Çok zayıftı çok," diye tekrar etmişti kadın ben dışarı çıkarken. Adamı götürüp çöp kutusuna atmış, sonra işime gitmiştim.
Akşam eve çıkarken komşunun kapısı açılmıştı. Sahanlık ve daire karanlıktı. Salonun perdesinden sızan sokak lambasının solgun ışığı kadının başını bir haleyle çevirmişti. "Buradan göremedim bile," dedi dişlerini sıkarak. Kafam güzeldi, anlamamıştım. "Çöpe attığında," dedi bu kez, biraz da kızarak. "Camdan baktım, göremedim onu." Hala sessizdim. "Kutunun içinde kayboluverdi," deyip beni kucaklayarak içeri çekti. Kapı kapandı. Elleriyle kollarımı, sırtımı yokladı. İster istemez ben de bir elimi sırtına koydum ama başka bir şey yapmadım. "Teselli et beni," dedi. Kollarını boynuma doladı. "Teselli et." Birkaç saniye sonra yatak odasındaydık. Yastıklardan birinde hâlâ adamın kafasının bıraktığı çukur vardı.
Sonrası malum. Birkaç gecede bir, meyhaneden sonra ona uğruyor, onu teselli ediyordum. İlk başta iyi geliyordu. Onca ölüden, çukura yolculuktan, yanımdaki adamdan, içtiğim rakıdan sonra, evdeki yeşil salyalı kraliçeden önce onunla birlikte olmak bana haz veriyordu. En azından birkaç dakikalığına her şeyi unutuyordum. Ama kısa sürdü bu. Sonra onun evindeki küf lekeleri, eski eşyaların gıcırtısı, buzdolabının homurtusu, farelerin cikcikleri, hamam böceklerinin tıpırtısı huzursuz etmeye başladı beni. Zevk almak yerine daha da yoruluyordum, kafam karışıyordu, anacığımı düşünüyordum.
O gece komşu kadına uğrayıp uğramamak konusunda tereddüt içindeydim. Sıcak rakı boğazımı yakıyor, canımı sıkıyor, can sıkıntımın ancak bir kadınla beraber olursam geçeceğini söylüyor, beni kışkırtıyordu. Yalandı ama doğrusunu da bilemiyordum.
Sallana sallana mahalleye gittim. Alışkanlıkla çöp kutularına bakınca uzun zamandır görmediğim kadar çok ceset gördüm. İşleri de iş, diye söylenip apartmana girdim. Bina her zaman sessizdi sessiz olmasına ama bu gece çıt çıkmıyordu. Belki de ben hiçbir şey duymuyordum. Rakıyı fazla kaçırdım diye düşüne düşüne merdivenleri çıkmaya başladım. Komşu kadının katına geldiğimde kapıyı çaldım. Kapı açıldı. Bir hayalet gibi gülümsüyordu. Bu sefer hamam böceklerinin fareleri kovaladığı salondaki çekyattaydık. Etrafı umursamamaya çalışarak gövdesiyle ilgilenirken sessizdi. Yüzü sapsarı. Bunu görmezden gelip robot gibi işime devam ettim. Sonra bir anda ağzı açıldı, kocaman bir hamam böceği çıktı. Hâlâ suskundu. Hamam böceği çenesinden geçip kayboldu. Sonra başka bir hamam böceği daha çıktı, ağzında durdu. Aldırmadan hareketlerime devam ettiğim için kadın da kıpırdandı, ağzı kapandı ve çıt! Yaratığın bir yarısı kadının ağzının içinde, diğer yarısı dışında kaldı. Kadının yüzünde bir memnuniyet ifadesi vardı. Canım sıkılmış, arzum sönmüştü. Anam geldi aklıma. Toparlanıp çıktım.
Eve girince "Anacığım ben geldim!" diye seslenecektim ki beceremedim. İyi içmiş olmalıydım. Bu seslenmenin ardından çoğu zaman hediyelerini verirdim ama sesim çıkmadığı gibi elim de boştu. Öyleyse sevgi göstermeliydim.
Yatağına gittim, uyuyor herhalde, diye düşündüm. Boğuk sesler çıkardım, çıt yok. Orasını burasını mıncıkladım. Cesetler, komşu kadın, anacığım. Bu kadar fazla içmemeliydim dedim kendi kendime. Bedeni kaskatıydı.
Telaşla dışarı çıktım. Anacığıma ilaçlarını bulmalıydım. Sokaklarda yürüdüm, koşturdum, düşüp kalktım; rakının tadı dağılıncaya kadar yürüdüm ama kimseyi bulamadım. Kuytu sokaklardan birinde, bir duvar kenarına gizlenmiş tanıdık gelen bir çocuğu yakaladım. Konuşamadığım için sarstım piçi. Kavruk oğlan sigarasının dumanını suratıma üfüre üfüre "Ağbi, sen iyi misin, onlar eskide kaldı!" deyiverdi.
Ertesi sabah komşu kadınla anacığımı bizim mahallede çalışan ölü toplayıcılara teslim ettik. İtiraz etmediklerini görünce onlarla birlikte çukurlarına gittik. Sağ olsunlar, anlayış gösterdiler de cesetleri taşımamıza izin verdiler. Belki de o gün çok ceset olduğu için işlerine gelmişti. Yanımdaki sesini çıkarmadı. Anacığıma laf edemezdi zaten ya, komşu kadın hakkında da bir şey demedi. Bunun sebebi belki de kadının ağzındaki yarım hamam böceğiydi, belki de başkalarının çukurunda olmamızdı.
Anacığımı tam bir asilzade gibi uğurlandı. Parmaklarında solgun yüzükleri, saçında dişleri kırık tokaları, boynunda paslı kolyeleriyle bıraktık onu çukura. Bizimki ne komşunun ne de annemin bacaklarına baktı.
İşimiz biter bitmez cenazemiz var diyerek kendi kendimize izin verip meyhaneye gittik. Bana aptalca hikâyeler anlattı. Kimisini boş boş dinledim, bazılarına güldüm. Böyle böyle sabahı ettik. Meyhaneden çıkınca öpüşe sarıla vedalaştık. Yasta ve zilzurna sarhoş olduğumuz için bugün de ölü toplayamayacaktık.
Apartmana yaklaşırken çöp kutularının etrafındaki yeni ölüleri gördüm. Birazdan onları alacaklardı. Yaklaştım. Sokak lambasının ışığı altında yüzleri sarı sarıydı. Kimisi gülümsüyordu, kimisi yorgun ve kırgındı. Etraflarında dolanırken ayağım içlerinden birine takıldı ve küt! Aralarına düştüm. Kaşımda bir ağrı hissettim. Gülmeye başladım. Yaralı bir köpek gibi çıkıyordu sesim, fena sarsılıyordum. Yasımı mı unutmuştum, kadının ağzından çıkan hamam böceğini mi aklıma getirmiştim yoksa dinlediğim hikâyelerden birini mi hatırlamıştım? Cesetlerin iyice arasına karışıp ellerini, bacaklarını sıktım, yanaklarını okşadım. Hâlâ gülüyordum, gülerken gözlerimden yaşlar fışkırıyordu. Kaşımdan da kan. Dün geceyi, bu sabahı düşünerek oturdum.
Biraz sonra kamyonun sesini işittim. İçinde dünkü çocuklar olmalıydı. Epey işleri var bugün dedim içimden. Cansız kollar ve bacaklar arasında gözlerimi kapayıp ölülere sıkı sıkı sarıldım. Kanım yüzüme iyiden iyiye yayılıyordu. Nefesimi tuttum. Birazdan hepimizi alacaklardı. Ölmeyenleri kafalarından havalı tabancayla vuracaklardı. Bizi çukurlarına götüreceklerdi, yaslarını tutacaktık...
Yazar'a ait Diğer Yazılar
Celil Civan
1978 yılında Almanya'da doğdu. 1995 yılından beri çeşitli dergilerde öyküleri, sinema ve edebiyat eleştirileri yayımlanmaktadır. 2011-2018 yılları arasında Hayal Perdesi Sinema Dergisi'nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. 2020 yılında ilk romanı Başkan Mao'nun Gizli Hazinesi yayımlandı. Richard Falk'tan Kamusal Entelektüel'i, Philip Cunliffe'den Yeni Yirmi Yıl Krizi'ni, Raymond Aron'un Hatıralar'ını (Lütfi Fevzi Topaçoğlu ile birlikte), Robert D. Kaplan'dan Trajik Akıl'ı çevirdi. Halen editörlük ve çevirmenlik yapmaktadır.